okunma
Allah'ın İbadete İhtiyacı mı Var?
Allah'ın İbadete İhtiyacı Yoksa Niçin Bizden İbadet Etmemizi İstiyor?
Soruyu netleştirelim
Allah, Kur’an’da “ben, cinleri ve insanları bana kulluk / ibadet etsinler diye yarattım” (Zâriyat, 56) buyuruyor. Rabbimiz hiçbir kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değildir, her şey O’na muhtaçtır. Hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın, kendisine kulluk etmemizi ve kulluğumuzu namaz oruç gibi bedenî ibadetlerle, zekât, fitre ve kurban gibi mâlî ibadetlerle yahut hac ve umre gibi hem beden hem de malla yapılan ibadetlerle göstermemizi emretmesinin sebebi nedir?
Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.
Yüce Rabbimizi diğer bütün varlıklardan ayıran özelliklerden birisi de “hiçbir şeye muhtaç olmama” özelliğidir. Rabbimizin bu özelliğine İslam’ın inanç esaslarını ele alan klasik dönem kitaplarımızda “kıyam bi nefsihî” denir. O’nun en güzel isimleri arasında yer alan el-Ganî ve es-Samed gibi isimler de O’nun her şeyden müstağni olduğunu, hiçbir şeye ihtiyacının bulunmadığını ifade etmektedir. Zaten ihtiyaç duyan bir varlığın “ilah” olması mümkün değildir. Rabbimiz, kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmadığını şu şekilde ifade eder: “Allah, âlemlerden müstağnidir.” (Nisâ, 4/97) “Allah Samed’dir.” (İhlas, 112/2)
Allah dışında her şey Allah’a muhtaçtır
Allah dışındaki bütün varlıklar en başta yokluktan varlık aşamasına geçebilmek için bir “var edici”ye muhtaçtır. Bu ihtiyaç sadece var oluş aşamasında değil varlığı devam ettirme aşamasında da söz konusu olur. Canlı-cansız bütün varlıklar, varlıklarını devam ettirebilmek için Allah’a muhtaçtır. Canlılar varlıklarını devam ettirmek için rızka, cansız varlıklar da varlıklarını devam ettirebilmek için varlıklarını mümkün kılan kanunlara muhtaçtır. Rabbimiz bu gerçeği şöyle ifade etmiştir:
“Şüphesiz Allah gökleri ve yeri, düzenleri bozulmasın diye tutuyor. Andolsun ki onların düzeni bozulursa, kendisinden başka hiç kimse onları tutamaz. Şüphesiz O, halîmdir, çok bağışlayıcıdır.” (Fâtır, 41)
“Ey insanlar! Allah’a muhtaç olanlar sizlersiniz. Zengin (ihtiyaçsız) ve her türlü övgüye layık olan ise ancak O’dur.” (Fâtır, 35/15)
İnsanın kulluk etmesinin yararı kendisinedir.
Rabbimizin emir ve yasaklarına uymanın menfaati veya uymamanın zararı tamamen kullara yöneliktir. Bunu Kur’an farklı şekillerde açıklamıştır. Bunlara birkaç örnek verelim:
1. Kim nefsini kötülüklerden arındırırsa bunu kendi iyiliği için yapmış olur. Sonunda dönüş Allah’adır. (Fâtır, 18)
2. Kim şükrederse kendi iyiliği için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse benim Rabbim hiçbir şeye muhtaç olmayan ve sonsuz cömertlik sahibi olandır. (Neml, 40)
3. Kim doğru yola gelirse kendisi için gelmiş olur. Kim doğru yoldan saparsa kendi aleyhine sapmış olur. (Yunus, 108)
4. Kim cihad ederse kendi iyiliği için cihad etmiş olur. Şüphesiz ki Allah, bütün âlemlerden müstağnidir. (Ankebut, 6)
5. Eğer iyilik ederseniz kendi lehinize iyilik yapmış olursunuz. Eğer kötülük ederseniz kendi aleyhinize kötülük yapmış olursunuz. (İsra, 7)
6. Kim sâlih amel işlerse kendi iyiliği için bunu yapmış olur. Kim kötülük yaparsa kendi aleyhine yapmış olur. Senin Rabbin kullarına zulmedici değildir. (Fussilet, 46)
7. Eğer nankörlük ederseniz şunu bilin ki Allah’ın size bir ihtiyacı yoktur ama o kullarının nankörlük etmesine razı olmaz. Eğer şükrederseniz buna razı olur. (Zümer, 7)
Bütün bu âyetler hem genel anlamda hem de ayrı ayrı ameller bakımından ibadete konu olan şeyleri yapmanın yararının kullara ait olduğunu, bu kurallara aykırı davranmanın zararının da yine onlara yönelik olduğunu göstermektedir.
“Ey kullarım!”
Peygamberimiz de bir hadis-i kudside Yüce Rabbimizin şöyle buyurduğunu belirtir:
“Ey kullarım! Siz bana zarar verebilecek bir duruma gelemezsiniz ki bana zarar verebilesiniz. Bana fayda verebilecek bir duruma gelemezsiniz ki bana fayda verebilesiniz.
Ey kullarım sizin önceniz ve sonranız, insanlarınız ve cinleriniz en takvalı olan kişinin kalbi gibi kalbe sahip olsa bu durum benim saltanatıma hiçbir şey katmaz.
Ey kullarım sizin önceniz ve sonranız, insanlarınız ve cinleriniz en fâcir olan kişinin kalbi gibi kalbe sahip olsa bu durum benim saltanatımdan hiçbir şey eksiltmez.” (Müslim, el-Birr ve’s- sıla, 55)
Bütün bu âyetlerden ve hadisten, ibadetlere Rabbimizin ihtiyacı olmadığı açık ve net bir biçimde anlaşılmaktadır. O halde burada şimdi sorunun asıl cevabına gelelim.
Sen mutlu ol diye!
İbadetlerin emredilmesinin amacı insanların dünya ve âhirette yararlarını sağlamak, onlardan zararları def etmektir. Zaten âlimlerimiz dini tanımlarken “din, akıl sahibi insanları kendi iradeleriyle dünya ve âhirette saadet ve selamete ulaştıran ilahî kurallar bütünü” diye tanımlamıyor mu? Bu, şu anlama geliyor: Dine uymanın yararı da uymamanın zararı da insana yöneliktir. Din, bir anlamda insanın şu dünya hayatındaki mutluluk formülüdür. Aslında bütün insanların çabalarının temelinde hep “mutlu olmak” düşüncesi vardır. İnsanın nasıl hareket ettiğinde, neleri yapıp nelerden kaçındığında mutlu olabileceğini en iyi onu yaratan bilir. Bizler çoğu zaman kendi kafamıza göre bizleri nelerin mutlu ya da mutsuz edeceğine dair kararlar verir, yargılarda bulunuruz. Ama gaybı bilemediğimizden hakkımızda neyin iyi neyin kötü olduğunu hiçbir zaman tam anlamıyla kuşatamayız. İyi sandığımız şeylerin kötü çıkması, kötü sandığımız şeylerin iyi çıkması mümkündür. Aslında hayat boyu karşılaştığımız durumları meyve ve yemişlere benzetebiliriz. Şeftali, kayısı, erik gibi bazı meyveler vardır ki dışı yumuşaktır ama içinde sert bir çekirdek taşırlar. Eğer dışının yumuşaklığına aldanarak sert bir şekilde ısırırsanız dişinizi kırabilirsiniz. Buna karşılık fındık, fıstık, ceviz gibi yemişlerin dışında kabuk vardır ama kabuğun içinde son derece güzel yemişler saklanmıştır. Dışının sertliğine bakarak bu yemişi atarsanız o tadı alamazsınız. Hayatımız da işte böyledir. Bizi mutlu edeceğini sandığımız şeylerin bizi mutsuz kılması mümkün olduğu gibi bizi mutsuz edeceğini düşündüğümüz şeylerin mutlu kılması da mümkündür.
İşte din, bizim fıtratımızı bizden iyi bilen Rabbimizin bizi mutlu kılmak üzere belirlediği kurallar bütünüdür.
Ruhumuz ibadete muhtaç
Yüce Rabbimiz insanların bedenini nasıl ki yeme, içme, giyinmeye muhtaç bir tabiatta yarattıysa ruhunu da aynı şekilde ibadetlerle beslenmeye muhtaç bir halde yaratmıştır. Nasıl ki insan yemek yemediğinde bedeni zayıf düşüyor, elbise giymediğinde soğuk ve sıcaktan etkilenerek hasta oluyorsa ibadetleri terk ettiğinde veya aksattığında da ruh, gıdasını almıyor, ölüyor veya zayıf düşüyor, devâsını almıyor hasta oluyor.
O halde şunu söyleyebiliriz: İnsanı yaratan ve onun ihtiyaçlarını, onu mutlu ve mutsuz edecek şeyleri en iyi bilen Rabbimiz bu ibadetleri emrederek insanlara kendi fıtratlarını gerçekleştirmenin yolunu göstermiştir. İnsan, ancak ibadetlerini tam ve eksiksiz yaptığında ruhunun bütün ihtiyaçları karşılanıyor, kendi insanlığının farkına varıyor.
İnsan Rabbine kulluk ettiğinde kendini gerçekleştiriyor.
Bir kul, ancak Rabbine kulluk ettiğinde, O’nun ilahlığına teslim olduğunda kendi fıtratıyla barışık oluyor, kendini buluyor. Kişi Rabbinden yüz çevirdiğinde, O’na kulluğunu arz etmediğinde fıtratına yabancılaşmaya başlıyor. Böyle bir kimse artık dünyada niçin var olduğunu, yaratılış sebebini, ölümü ve ölüm sonrasını unutuyor. Kur’an, bu hususu şöyle ifade ediyor:
“Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (Haşr, 59/19)
Her şey Allah’ı unutmakla başlıyor. Çünkü O, var eden ve varlığımızı devam ettiren. Varlığımızın sebebi ve gâyesi. İnsan O’nu bir kere unutunca artık kendisini de unutuyor. Kendisini unutunca yürümesi gereken bir yol bulunduğunu da unutuyor ve yoldan çıkıyor!
İnsan, muhtaçlığını unuttuğu anda azgınlaşır.
İnsan, yaratıcıya muhtaç olduğunu unutup da aradaki bağı kopardığında kendisini kendisine yeterli görmeye başlar. Bilmez ki “kendi kendine yeterli olmak” yalnızca Allah’a özgü bir niteliktir! Kendisini kendisine yeterli gören bir kimse bu defa kendi nefsini, arzularını ilah edinmeye başlar. Artık onun için kendisi dışında ve üstünde bir “emir veren”, “yasak koyan” yoktur. Canı ne isterse onu yapacak, kafasına estiği gibi takılacaktır!
Bu hususu Rabbimiz şöyle tasvir ediyor:
“Hevâ ve hevesini ilah edinen kimseyi gördün mü? Böyle birine sen mi vekil olacaksın?” (Furkan, 25/43)
Rabbimiz daha ilk indirdiği sûrede bu insan tipine temas ederek, kendisini Allah’a muhtaç hissetmeyen, kendi kendine yeteceğini düşünen insanın azgınlaşacağı şöyle belirtmiştir:
“Hayır! Şu bir gerçek ki insan, kendisini kendisine yeterli görünce azgınlaşır.” (Alak, 6)
İnsan niçin Rabbine ibadete muhtaç kılındı?
Tam da burada aklımıza şöyle bir soru gelebilir: “Allah insanı ibadete ihtiyaç duymayacak, kendi kendine yeterli olacak tabiatta yaratamaz mıydı? Niçin insanı ibadet etmeye muhtaç bir tabiatta yaratmış?”
Buna şöyle cevap vermek mümkün: Rabbimiz kendisinin eşsiz, benzersiz ve ihtiyaçsızlığını vurgulamak için başka varlıkların tümünü eşli, benzerli ve ihtiyaç sahibi olarak yaratmıştır. İnsan da dâhil olmak üzere herhangi bir varlığın Rabbine boyun eğmekten müstağni (ihtiyaçsız) bir şekilde var olması söz konusu olamaz. Şu kâinattaki canlı-cansız bütün varlıkların ister istemez Cenab-ı Hakk’a boyun eğdiğini pek çok âyet açık bir biçimde ortaya koyuyor. İşte bunlardan birkaçı:
“Göklerde ve yerde bulunanlar da onların gölgeleri de sabah akşam ister istemez sadece Allah’a secde ederler.” (Ra’d, 13/15)
“Göklerde ve yerdekiler, ister istemez O’na teslim olduğu halde onlar (Yahudi ve Hristiyanlar), Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Halbuki O’na döndürüleceklerdir.” (Âl-i İmran, 3/83)
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız. O, halîmdir, bağışlayıcıdır.” (İsrâ, 17/44)
Şu halde “Allah’a teslim olmak”, “O’nu tesbih ve tenzih etmek” insan ve cinler dışındaki varlıklar açısından zorunlu olan bir durumdur.
Her ibadet eden bunun olumlu etkilerini niçin görmüyor?
Eğer bir kimse ibadetlerini yaptığı halde bu ibadetler onda beklenen etkiyi göstermiyorsa bu durum, onun o ibadetleri Allah’ın emrettiği, Hz. Peygamber’in gösterdiği şekilde yapmadığını gösterir. Şimdi düşünün: Bir hasta, doktorun verdiği ilacı onun tarif ettiği şekilde yapmadığında bunun faydasını görebilir mi? Belirtilen miktarda ve dozda kullanılmayan ilaç hastanın iyileşmesini sağlayamaz. Burada iyileşmenin olmaması doktor veya eczacıdaki kusurdan yahut ilacın etkisizliğinden değil, hastanın kullanımından kaynaklanmaktadır.
Aynı şekilde bir kimse söz gelimi namaz kıldığı halde kötülüklerden uzak durmuyorsa bu durum namazın etkisizliğinden değil, gereği gibi kılınmamasındandır. Rabbimiz, ibadetlerin hakkıyla yapılması halinde bunların olumlu etkilerinin kişi üzerinde mutlaka görüleceğini namaz ibadeti üzerinden şu şekilde belirtmektedir:
“(Resûlüm!) Sana vahyedilen Kitab’ı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.” (Ankebut, 29/45)
İnsanın iyi olabilmesi için ibadet etmesi zorunlu mu?
Aklımıza şöyle bir soru daha takılabilir: Nice ibadet etmeyen insanlar var. Ama ahlakları, insanlıkları gayet güzel. Demek ki insanın iyi bir insan olması için ille de ibadet etmesi gerekmiyor.
Buna şöyle cevap verebiliriz: Ahlakın iki yönü vardır: Bunların birisi insanlara dönük yönü, diğeri ise Rabbimize dönük yönüdür. Herhangi bir dine inanmayan veya inansa bile ibadetlerini yapmayan yahut eksik yapan bir kimsenin insanlara karşı bazı hususlarda iyi davranması söz konusu olsa bile ibadetlerin ona kazandıracağı ahlakî güzelliklerden mahrum kalır. Varsayalım ki bir kimse bir dine inanmadığı yahut inansa bile ibadetlerini yerine getirmediği halde insanlara karşı davranışlarında son derece güzel bir tavır sergiliyor. Şefkatli, merhametli, vefalı ve yardımsever. İnsanlara karşı bütün bu fazilet ve erdemleri sergilese bile bu kişi Rabbimize karşı ibadeti terk ederek teşekkür, minnettarlık, vefa gibi duygulara en layık olan varlığa karşı nankörlük, vefasızlık göstermiş olur. Sizi yoktan var eden, sahip olduğunuz bütün nimetleri veren, akılla donatan, diğer canlılar karşısında üstün kılan Rabbinize teşekkür etmemek, O’nu hiçe saymak, O’nu umursamadan bir ömür sürmek ahlaka ne kadar sığar? Ahlak dediğimiz şey gerçek anlamıyla ancak kişinin hem Rabbine hem de O’nun yarattığı bütün varlıklara karşı iyi davranmasıyla mükemmel hale gelir. İşte bu sebeple Allah Resûlü (s.a.v.) “ben ancak güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” buyurmuştur. Yine bu sebeple Rabbimiz, elçisine hitaben “şüphesiz ki sen büyük bir ahlak üzeresin!” (Kalem, 68/4)
İbadet etmeden ruhun gıdası karşılanmaz.
Bir kimse ruhunda ve fıtratında mevcut olan “kulluk / ibadet” ihtiyacını başka herhangi bir şeyle karşılayamaz. Nasıl ki insan açlığını ancak gıda ile susuzluğunu su ile giderebilirse fıtratının kulluk ihtiyacını da ancak Rabbine kulluk ile giderebilir. Şu dünyada var olan bütün maddî imkânlar insanın bedenine hitap eder, ruhunu doyurmaya yetmez. Para, mal, mülk, servet, şöhret insanın gelip geçici dünyevî hazlarını tatmin eder. Bu sebepledir ki dünyevî açıdan her türlü imkâna sahip olduğu halde mutsuz olan nice insanları görürüz. Buna karşılık dünyevî olarak çok kısıtlı imkânlara sahip olan, büyük hastalıklarla boğuşan, bir takım fizikî engelleri bulunan ama Rabbine kulluk ettiği için huzurlu ve mutlu olan nicelerini görürüz. Günümüzde insanların hayatın getirdiği sıkıntı ve stresle başa çıkamadıklarını, pek çok kimsenin ruhî bunalıma düştüğünü, psikolog ve psikiyatrların kapılarını aşındırdıklarını görüyoruz. Bu tür ruhî bunalımları aşmanın en temel yardımcılarından biri de düzenli yapılan ibadet ve dualardır. İbadet ve dua, bir anlamda ruhumuza uygulanan ilahî bir terapi gibidir. Rabbimiz, insanın gerçek anlamda iç huzuruna, dinginliğe ancak Allah’ın zikriyle (Kur’an okuyarak, ibadet ederek ve Allah’ı anarak) kavuşacağını şu âyetinde belirtmiştir:
“Bilesiniz ki kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzur bulur.” (Ra’d, 13/28)
Yazar: Prof. Dr. Soner DUMAN
Facebook Yorumları
Disqus Yorumları