menu
TEVRAT, ESKİ AHİD "MUHAMMED GELİYOR" DİYOR ...
חִכּוֹ, מַמְתַקִּים, וְכֻלּוֹ, מַחֲמַדִּים; זֶה דוֹדִי וְזֶה רֵעִי, בְּנוֹת יְרוּשָׁלִָם. (Ezgiler Ezgisi 5:16)

Okunuşu: Khikko mamtaqim v’khullo Muhammadim zehdudi v’zere’ee benot Yarushalaim.

Kim Bu Son Peygamber Muhammed (as.)

TEVRAT- TORAH - SONG OF SONGS,  5/16

חִכּוֹ֙מַֽמְתַקִּ֔ים וְכֻלּ֖וֹ מַֽחֲמַדִּ֑ים זֶ֤הדוֹדִי֙ וְזֶ֣ה רֵעִ֔י בְּנ֖וֹת יְרֽוּשָׁלָֽיִם:

ÖZEL İSİM DEĞİŞTİRİLMEDEN YAPILAN DOĞRU TERCÜME

«Onun ağzı tatlı ve kendisi sevimli, Saygıdeğer Muhammed. O benim sevgilim, O benim dostum» 

ÖZEL İSME MANA VEREREK YAPILAN TAHRİFATLI TERCÜME

«Onun ağzı tatlı, kendisi sevimli, tepeden tırnağa güzel. O benim sevgilim, O benim dostum» 

Ezgiler Ezgisi 5:16 = Song of Song 5/16

TEVRAT'TAN:

"Aradım onu, ama bulamadım, [YANİ O BÜYÜK PEYGAMBER YAHYA GİBİ O AN ORADA DEĞİL

Seslendim, ama yanıt vermedi. [zira 570 YIL SONRA GELECEKTİR

Size ant içiriyorum, ey Yeruşalim kızları! 

Eğer sevgilimi bulursanız,

Söyleyin ona, aşk hastasıyım ben.

Farkı ne sevgilinin öbürlerinden, [DİĞER PEYGAMBERLERDEN FARKLI, ZİRA O SON NEBİ

Ey güzeller güzeli?

Farkı ne ki, bize böyle ant içiriyorsun?

Sevgilimin teni pembe-beyaz, ışıl ışıl yanıyor! [MUHAMMED (as.) TENİ PEMBE idi

Göze çarpıyor on binler arasında. [ O HAYATTA İKEN, İNANANLARIN SAYISI 100 BİN İDİ

Başı saf altın, Kakülleri kıvır kıvır, kuzgun gibi siyah. [MUHAMMED (AS.) SİYAH DALGALI SAÇLIYDI.

 Akarsu kıyısındaki Güvercinler gibi gözleri; [MUHAMMED (AS.)'IN GÖZLERİ SİYAHTI.

Sütle yıkanmış, Yuvasındaki mücevher sanki.

Yanakları güzel kokulu tarhlar gibi, Nefis kokular saçıyor. [TARH:BAHÇE, ARKADAŞLARI MUHAMMED (AS.)'IN GÜL GİBİ KOKTUĞUNU DİLE GETİRMİŞLERDİR.

Dudakları zambak gibi, Mür yağı damlatıyor.

Elleri, üzerine sarı yakut kakılmış altın çubuklar, [ELLERİ  YUMUŞAK PARMAKLARI DA ÇUBUK GİBİ NARİNDİ

Gövdesi laciverttaşıyla süslenmiş cilalı fildişi. [MUHAMMED (AS.)'IN GÖĞSÜ, BEYAZ, TÜYSÜZ, SADECE İKİ GÖĞÜS ARASINDAN GÖBEĞİNE İNEN İNCE BİR TÜY VARDI

Mermer sütun bacakları [BACAKLARI KUVVETLiYDİ

Saf altın ayaklıklar üzerine kurulmuş.

Boyu bosu Lübnan dağları gibi, Lübnan'ın sedir ağaçları gibi eşsiz. [NE ÇOK UZUN NE DE KISA, ORTA BOYLUYDU

Ağzı çok tatlı, [TATLI DİLLİ, YUMUŞAK SÖZLÜYDÜ 

Onun ağzı tatlı ve kendisi sevimli, Saygıdeğer Muhammed. O benim sevgilim, O benim dostumdur Ey KUDÜS'ÜN kızları!"

---------------------------

MUHAMMED (as)'ın ismi Günümüzdeki Tevratta dahi aynı yukarıdaki gibi geçmektedir.

Güzeller Güzeli Efendimiz’in kelimelerle resmini çizmeye çalışan bu tasvirler, saâdet devrine eremeyen ve hasretle yanan gönülleri bir nebze olsun teskîn ve tesellî etmektedir. Efendimiz’i anlatan değerli rivâyetleri nakleden kimseler, bize âdeta deryâdan bir katre sunmaktadırlar. 

EFENDİMİZ MUHAMMED PEYGAMBER'İN TÂRİFİ

Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-, üvey dayısı Hind bin Ebî Hâle’ye Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hilyesini sorarken, içinde bulunduğu hâlet-i rûhiyeyi şu sözleriyle dile getirmiştir:

“Dayım Hind bin Ebî Hâle, Allâh Rasûlü’nün hilyesini çok güzel anlatırdı. Kalbimin O’na bağlı kalması ve O’nun izinden gidebilmem için, dayımın Allâh Rasûlü’nden bir şeyler anlatması benim çok hoşuma giderdi.” (Tirmizî, Şemâil, s. 10)

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, uzuna yakın orta boylu idi.

Yaratılışı fevkalâde dengeli olup mütenâsip bir vücûda sâhipti.

Göğsü geniş, iki omuzlarının arası açıktı. İki kürek kemiği arasında nübüvvet mührü vardı.

Kemikleri ve eklemleri irice idi.

Teni gül gibi pembemsi beyaz, nûrânî ve parlak, ipekten yumuşaktı. Mübârek vücûdu dâimâ temiz idi ve râyihası ferahlık verirdi. Koku sürünsün veya sürünmesin teni ve teri, en güzel kokulardan daha hoş bir letâfette idi. Bir kimse O’nunla musâfaha etse, bütün gün O’nun latîf kokusu ile mütelezziz olurdu. Sanki güller, kokusunu O’ndan almıştı. Mübârek elleriyle bir çocuğun başını okşasalar, o çocuk, güzel kokusuyla diğer çocuklardan ayırt edilirdi.

Terlediği zaman teni, gül yaprakları üzerindeki şebnemleri andırırdı.

Sakalı gür idi. Uzattığı zaman, bir tutamdan fazla uzatmazdı. Vefât ettiklerinde, saçlarında ve sakallarında yirmi kadar beyaz vardı.

Kaşları hilâl gibi olup iki kaşı arası birbirinden uzakça ve açık idi.

İki kaşı arasında bir damar bulunuyordu ki, Hak için öfkelendiği zaman kabarırdı.

İnci gibi dişleri olup dâimâ misvak kullanır, sık sık kullanılmasını tavsiye ederlerdi.

Kirpikleri uzun ve siyah idi. Gözleri büyükçe, siyahı tam siyah, beyazı tam beyaz idi. Sanki gözlerinde kudret eliyle ezelde çekilmiş bir sürme vardı.

Müstesnâ rûhî yapısının kemâli gibi, vücut yapısının cemâli de eşsizdi.[1]

Sîmâsı, geceleyin ayın on dördü gibi parlardı. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- buyurur ki:

“Rasûlullâh’ın yüzü o kadar nûr saçardı ki, gece karanlığında, ipliği iğneye O’nun yüzünün aydınlığında geçirirdim.”

İki kürek kemiği arasında nübüvvetine âit ilâhî bir nişan vardı. Birçok sahâbî, onu öpebilmenin aşkıyla yanardı. Vefâtı esnâsında bu mührün gayb âlemine gitmesi, irtihâlinin tasdîki oldu.[2]

Mübârek ve nûrânî vücûdu vefâtından sonra hiçbir değişikliğe uğramamıştı. Nitekim Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, mahzûn, mağmûm, gözü ve gönlü yaşlı bir şekilde “Varlık Nûru”na nazar ederek:

“Hayâtın gibi vefâtın da ne güzel yâ Rasûlallâh!..” demiş ve mübârek alınlarına dudaklarını değdirmiştir.

Allâh Rasûlü’nün rik­kat-i kal­biy­e­si­nin de­rin­li­ği­ni îzâh et­mek müm­kün de­ğil­di.

Fu­zû­lî söz söy­le­me­yip her ke­lâ­mı hik­met ve na­sî­hat idi. Lü­ga­tin­de as­lâ dedi­ko­du ve mâ­lâ­yâ­ni yok­tu. Her­ke­sin akıl ve id­râ­ki­ne gö­re söz söy­ler­di.

Mü­lâ­yim ve mü­te­vâ­zî idi. Gül­me­sin­de kah­ka­ha gi­bi aşı­rı­lık ol­maz­dı. Dâimâ mü­te­bes­sim­di.

O’nu an­sı­zın gö­ren kim­se­yi haş­yet sa­rar­dı. O’nun­la ül­fet ve soh­bet eden kim­se, O’na cân u gö­nül­den âşık ve mu­hib olur­du.

De­re­ce­le­ri­ne gö­re fa­zî­let er­bâ­bı­na ih­ti­râm ey­ler­di. Ak­ra­bâ­sı­na da zi­yâ­de ik­râm eder­di. Ehl-i beytine ve ashâbına hüsn-i muâmele ettiği gibi, diğer insanlara da rıfk ve lutuf ile muâmele eder­ ve:

“Hiçbi­ri­niz ken­di nef­si için is­te­di­ği­ni, mü’min kar­de­şi için de is­te­me­dik­çe kâ­mil mü’­min ola­maz.” bu­yu­rur­du. (Bu­hâ­rî, Îman, 7; Müs­lim, Îman, 71-72)

Hiz­met­kâr­la­rı­nı pek hoş tu­tar­dı. Ken­di­si ne yer ve ne gi­yer­se, on­la­ra da onu ye­di­rir ve giy­di­rir­di. Cö­mert, ik­ram sâ­hi­bi, şef­kat­li ve mer­ha­met­li, gerektiğinde ce­sur ve îcâbında ha­lîm idi.

Ahit ve vaadin­de sâ­bitsö­zün­de sâ­dık idi. Ah­lâk gü­zel­li­ğiakıl ve ze­kâ yö­nüy­le de cüm­le in­san­lar­dan üs­tün ve her tür­lü medh ü se­nâ­ya lâ­yık idi. Sû­re­ti gü­zelsî­re­ti mü­kem­melmis­li ya­ra­tıl­ma­mış bir vü­cûd-i mü­bâ­rek idi.

Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’in hüz­nü dâ­imîte­fek­kü­rü sü­rek­liy­di. Za­rû­ret ol­mak­sı­zın ko­nuş­maz­dı. Sü­kû­net hâ­li uzun sü­rer­di. Bir sö­ze baş­la­yın­ca ya­rım bı­rak­maz, onu ta­mam­la­ya­rak bi­ti­rir­di. Az söz­le çok mâ­nâ­lar ifâ­de eder­di. Söz­le­ri tâ­ne tâ­ne idi. Ne lü­zû­mun­dan faz­la ne de az idi. Ya­ra­tı­lış ola­rak yu­mu­şak huy­lu ol­ma­sı­na rağ­men gâ­yet sa­lâ­bet­li ve hey­bet­li idi.

Öf­ke­len­di­ği za­man ye­rin­den kalk­maz­dı. Hakka îti­raz edil­me­si­nin, hak­kın çiğ­nen­me­si­nin hâ­ri­cin­de öf­ke­len­mez­di. Kim­se­nin far­kı­na var­ma­dı­ğı bir hak çiğ­nen­di­ği za­man öf­ke­le­nir, hak ye­ri­ni bu­lun­ca­ya ka­dar öf­ke­si de­vâm eder­di. An­cak hak­kı tev­zî et­tik­ten son­ra sü­kû­ne­te bü­rü­nür­dü. As­lâ ken­di­si için öf­ke­len­mez­di. Şahsına mahsus durumlarda ken­di­si­ni de mü­dâ­faa et­mez, kim­sey­le mü­nâ­ka­şa­ya gi­riş­mez­di.

O, kim­se­nin hâ­ne­si­ne izin al­ma­dan gir­mez­di. Evi­ne gel­di­ği za­man da ev­de ka­la­ca­ğı müd­de­ti üçe bö­ler­di; bi­ri­ni Al­lâh’a ibâ­de­te, di­ğerini âi­le­si­ne, üçün­cü­sü­nü de şah­sı­na ayı­rır­dı. Ken­di­si­ne ayır­dı­ğı za­mâ­nı­nı, avâm-ha­vâs in­san­la­rın hep­si­ne tah­sîs eder, on­lar­dan kim­se­yi mah­rum bı­rak­maz­dı. Hep­si­nin gön­lü­nü fet­he­der­di.

Ra­sû­lul­lâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in her hâl ve ha­re­ke­ti, zikrullâh ile idi.

Bel­li bir ye­rin­de otur­ma­nın âdet edi­nil­me­si­ni ön­le­mek için mes­cid­le­rin her ye­rin­de otur­du­ğu olur­du. Yer­le­re ve ma­kam­la­ra kudsiyyet izâ­fe edil­me­si­ni ve mec­lis­ler­de te­keb­bü­re me­dâr ola­cak bir ta­vır ta­kı­nıl­ma­sı­nı is­te­mez­­di. Bir mec­li­se gi­rin­ce, ne­re­si boş kal­mış­sa ora­ya otu­rur, her­ke­sin de böy­le yap­ma­sı­nı ar­zu eder­di.

Kim O’ndan her­han­gi bir ih­ti­yâ­cı­nı gi­der­mek için bir şey is­tese, o is­ter ehem­mi­yet­li, is­ter ehem­mi­yet­siz ol­sun, onu ye­ri­ne ge­tir­me­den hu­zur bu­la­maz, ih­ti­yâ­cı hal­let­me­si müm­kün ol­ma­dı­ğı tak­dir­de, hiç ol­maz­sa gü­zel bir söz ile mu­hâ­ta­bı­nın gön­lü­nü al­mak­tan ge­ri kal­maz­dı. O, her­ke­sin dert or­ta­ğı idi. İn­san­lar, han­gi ma­kam ve mev­kî­de olur­sa ol­sun, zen­gin-fa­kir, âlim-câ­hil, O’nun ya­nın­da in­san ol­mak hay­si­ye­tiy­le mü­sâ­vî bir mu­âme­le­ye nâ­il olur­lar­dı. Bü­tün mec­lis­le­ri ilim, hi­lim, ha­yâ, ihlâs, sa­bır, vakar, te­vek­kül ve emâ­net gi­bi fa­zî­let­le­rin câ­rî ve hâ­kim ol­du­ğu bir ma­hal­di.

Ayıp ve ku­sur­la­rı sebebiyle kim­se­yi kı­na­maz, îkâz etmek zarûreti hâsıl olunca bu­nu, kar­şı­sın­da­ki­ni rencide et­me­ye­cek şe­kil­de zarif bir îmâ ile ya­par­dı.

“Müs­lü­man kar­de­şi­nin uğ­ra­dı­ğı fe­lâ­ke­ti se­vinç­le kar­şı­la­ma! Al­lâh Te­âlâ onu rah­me­tiy­le fe­lâ­ket­ten kur­ta­rır da se­ni imtihan eder.” buyururdu. (Tir­mi­zî, Kı­yâ­met, 54)

Hiç kim­se­nin zâ­hi­re çık­ma­mış ayıp ve ku­su­ruy­la meş­gul ol­ma­dı­ğı gi­bi, bu tür hâlle­rin araş­tı­rıl­ma­sı­nı da şid­det­le meneder­ler­di. Zî­râ baş­ka­la­rı hak­kın­da zan ve te­ces­süs, ilâ­hî emir­ler­le menolun­muş­tu.

Se­vâ­bı­nı um­du­ğu mesele­ler hâ­ri­cin­de ko­nuş­maz­dı. Soh­bet mec­lis­le­ri vecd için­de idi. O ko­nu­şur­ken et­râ­fın­da­ki­ler öy­le bü­yü­le­nir ve can ku­la­ğıy­la din­ler­di ki, Hazret-i Ömer -ra­dı­yallâ­hu anh-’ın ifâ­de­si vec­hi­le, baş­la­rı­na bir kuş kon­muş ol­sa, uç­ma­dan sa­at­ler­ce du­ra­bi­lir­di. O’ndan as­hâ­bı­na ak­se­den edeb ve ha­yâ o de­re­ce­de idi ki, ken­di­si­ne su­âl sor­ma­yı bi­le -ço­ğu ke­re- cür’et te­lâk­kî eder ve çöl­den bir be­de­vî ge­le­rek Hazret-i Pey­gam­ber’le soh­be­te ve­sî­le ol­sa da, O’nun feyz ve rû­hâ­ni­ye­tin­den is­ti­fâ­de et­sek di­ye bek­ler­ler­di.

Kaynak: İbn-i Sa’d, I, 121, 365, 422-425; Heysemî, IX, 13.

----------------------------

PEYGAMBERİMİZİN TASVİRİ

Amr bin Âs -radıyallâhu anh- şöyle demiştir:

“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile uzun zaman birlikte bulundum. Fakat O’nun huzûrunda duyduğum hayâ hissi ve O’na karşı beslediğim tâzîm duygusundan dolayı, başımı kaldırıp da doya doya mübârek ve nûrlu çehrelerini seyredemedim. Eğer bugün bana, «Bize Rasûlullâh’ı tavsîf et, O’nu anlat.» deseler, inanın anlatamam.” (Müslim, Îman, 192; Ahmed, IV, 199)

O’nun yüce haslet ve meziyetlerini anlatmak isteyen kimse, “Ben, bundan önce de sonra da O’nun bir benzerini aslâ görmedim!” demekten kendini alamazdı.

Kaynak: Ahmed İbn Hanbel, I, 96.

---------------------------------------------

Birgün Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-, Arap kabîlelerinden birine uğramış ve kabîle reisi kendisine:

“–Yâ Hâlid! Bize Allâh’ın Rasûlü’nü, sûret ve sîreti ile tasvîr et.” demişti.

Hâlid -radıyallâhu anh- ise:

“–Bu imkânsız, buna kelimeler yetişmez.” deyince, kabîle reisi:

“–O hâlde hiç olmazsa tasavvur ve idrâkin nisbetinde hulâsa et.” dedi.

Bunun üzerine Hâlid -radıyallâhu anh- şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Sana şu kadarını söyleyeyim ki, gönderilen, gönderenin kadrince olur. Gönderen, Kâinâtın Hâlıkı olduğuna göre, gönderdiğinin şânını var sen hayâl ve tasavvur eyle!..” 

Kaynak: Münâvî, V, 92; Kastalânî, Mevâhib-i Ledünniyye Tercümesi, s. 417

............................

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şâiri Hassân bin Sâbit -radıyallâhu anh-, O’nun hilkatteki eşsizliğini şu şekilde mısrâlara dökmektedir:

Yâ Rasûlâllah! Benim gözüm, Sen’den daha güzelini görmemiştir. Hiçbir kadın Sen’den daha güzelini doğurmamıştır. Sen, bütün ayıp ve noksanlardan berî olarak yaratıldın. Sanki Yaratan, Sen’i arzu ettiğin gibi yaratmış…

Bu İçeriğe Tepki Ver (en fazla 3 tepki)

Facebook Yorumları



Disqus Yorumları